Ölü Evinde Şenlik


Yakın zamanda, yakın bir ahbabımızın babasını kaybettik. Kalp krizi, ani ölüm dediler; hem yakınlarını hem de bizleri şok etti haber.
Duyar duymaz koştum ben de.
Merhumun eşinin bulunduğu odaya ilerlerken, mutfak kapısının önünden geçtim. Göz ucuyla gördüğüm şey, “gördüğüm şey değildir” umarım dedirten bir şeydi.

Muhtemelen sekiz kişilik ahşap yemek masasına yatırmışlar ölüyü. Konu komşu toplaşmış, yakın uzak haber alanlar gelmiş, yumulmuş yiyorlar!
Yanlış okumadınız, gerçekten! Kimi kolunu koparmış bir köşede kemiriyor, ağız kenarından sızıyor pıhtılaşmış kan. Kimi kızgın yağda kızarttıkları bacak etlerini sıyırıyor, bazıları da ciğerci kedisi gibi iç organlarının açılmasını bekliyor.
“Dalak benim,” dediğini duydum birinin, inanamadım kulaklarıma. Bir diğeri çöküvermiş adamın elinin üstüne. Parmaklarını yalıyor sandım ilkin, oysa o tırnak aralarına sinmiş hayat tecrübesini emiyormuş tıpkı kemiğin içindeki iliği emer gibi.  Şaşkınlığım geçmeden öteden biri pençe yaptığı eliyle gözlerine yapıştı mevtanın. Gidilmek istenmiş ama bir türlü nasip olmamış yerlerin hayalini atıyordu ağzına. Adamın göz çukurlarında tükenmiş hayat, kurtçuklar... 

İçim acıyarak yaslı kadının olduğu oturma odasına geçtim.

Biliyordum bu hikayeyi ben. Artık yeniyordu ölüler. Bizzat babamı da yemişlerdi. Gözlerimle görmüştüm, çıkmayan sesimle attığım çığlıklar beş para etmemişti o gün…
Oturma odasında, eşinin kaybının şokunu yaşayan kadıncağız, eşarbının bir ucuyla sildiği gözyaşları içinde “Allahım sabır ver,” diyordu kendi kendine. Dermansız ellerini tuttum. “Seni anlıyorum,” diyen sözcüklerim, anlamsız bir ses topluluğu olarak çıktı ağzımdan. Onu anlıyordum ama kelimeler çok kaba, çok iğretiydi o esnada.
Ve o esnada mutfakta bir şenlik vardı. Ölü eti suyuna pişmişti çorbalar ve aynı suya salınacaktı, kadının gözyaşları kadar saf, bembeyaz pirinç taneleri. Çorba ve pilav eşliğinde yenecekti amcadan geri kalanlar.

Adet böyleymiş şimdi. Sözüm ona taziyeye gelenlerin karnı doyuruluyormuş. Bu lanet adetin bir tek benim lanet köyümde olduğunu sanır ve utanırdım yıllardır. Meğer her yeri sarmış. Cenaze sahibi acısını yaşamak şurada dursun, ele güne karşı mahcup olmayalım diye gelen gideni yemeklemekle meşgul oluyor artık. Kıtlıktan çıkmışçasına yemeklere abanan o iğrenç kalabalık ne denli rezil, ne denli aşağılıksınız, bir bilseniz!

Geberdiniz mi len açlıktan?! Hiç mi oruç tutmadınız, hiç mi aç kalmadınız hayatınızda da ölüyü ve ardında kalanların acısını yiyorsunuz! Hem de hiç utanmadan.
Kendi büyük acımız geliyor aklıma. Katmer hamuru yoğuran halamı anımsıyorum. Öyle söylendi, katmer yapılır, gelen gidene ikram edilirmiş bilmem kaç gün boyunca. Lanet köyümün, lanet adeti öyleymiş. Bir yandan hamur yoğuruyor, bir yandan tıp tıp diye gözyaşlarını döküyordu leğenin içine. Gözyaşıyla yoğrulmuş hamurdan yapılan katmeri yediler, o acının ne olduğunu bilmeyen uğursuz kalabalık! Üstüne çaylar, lokmalar ikram edildi. İçimizde yüreğimizi kemiren acı, köşe başlarında hıçkırıp, elimizdeki tepsilerle at gibi koşturduk misafiri doyurmak için… Hiç biri ama hiç biri halden anlayarak, yerinden kalkıp, “Siz bi durun, asıl size bizim bu ikram yapmamız gerek. Ayıptır, utanırız sizin elinizden yemeye,” demediler. Çünkü adet artık böyleydi… 
Eskiden öyle değilmiş. Üç gün yemek pişmezmiş ölü evinde. Konu komşu getirir, yemeden içmeden kesilmiş ev sahibini zorlarmış iki lokma boğazından geçsin diye… Ama o eskidenmiş işte.

Hani sen diyorsun ya sevgili okurum, kavramların içi boşaldı, değer yitimi yaşıyoruz filan… Yozlaşma bunun adı. Hem de hücre çekirdeğine kadar yozlaşmışlık. Ve yozlaşma geleneklere kadar indiyse, ötesi uçurum. Bu ölü yiyicilere, bu insanlıktan uzaklaşmış fütursuz kalabalığa nasıl anlatacaksın, birlik-beraberlik ruhunu. Kimin umurunda olacak, hak hukuk, eşitlik, adalet. Herkes kendi işkembesinin derdinde.
Ne olmuş bize böyle?
“Nerede bir can ölse,
Oralı olur yüreğim, olmalı zaten.
Olmazsa "insan" olmaz yüreğim,” diyen Ahmed ARİF’leri mi eksilmiş memleketin?
Ne olmuş bize böyle?...

Yorumlar